Scan barcode
A review by ahsen1
The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman by Laurence Sterne
5.0
Meseleye nereden başlayacağımı inanın bilmiyorum ama bir şekilde bu kitap ile ilgili konuşmak istiyorum. Zira bu sene okuduğum kitaplar arasında en iyilerinden biri ‘Tristram Shandy’ oldu. Kitabı konudan konuya atlayarak anlatsam da sorun olmaz sanırım, malumunuz yazarın bu kitapta yaptığı tam da bu: konudan sapma-digression. Okuyacak olanlara da alıştırma olmuş olur. :)
1713 yılında İrlanda’da doğan, aynı zamanda vaiz olan, yazarımız Laurence Sterne; 1759-67 yılları arasında yazmış 9 kitaptan oluşan bu eserini. Kazım Taşkent serisinden çıkan bu kitap bugün okuru ile tek bir kitap halinde buluşuyor.
İrlanda doğumlu olduğunu özellikle belirttim çünkü Joyce ile dolu dolu geçen şu dönemimde, Joyce başta olmak üzere daha pek çok yazarı etkilemiş bir yazar ve eser ile karşı karşıyayız. Tutunamayanlar’ın Olric’i bile bu kitaptaki Yorick karakterinden esinlenilerek yazılmış.
Kitabın konusu: konu dışına çıkma. Yani başta bir konu var gibi başlıyor, anlatıcı karakterimiz Tristram’ın hayatını okuyacak gibi oluyorsunuz ama yok. Mesele oralara pek gelemiyor. Hayata dair pek çok şeyden kısa ve oldukça hızlıca bahseden anlatıcımız kendisine bir türlü gelemiyor. 3. Kitaba kadar doğumu bile gerçekleşemiyor, daha ne söyleyeyim. Bu özelliği ile de kitabı tam da hayatın kendisine benzetmiş Orhan Pamuk. Hayatın, bu kitabın içinde değil de anlatım tekniğinde olduğunu söyler.
Orhan Pamuk demişken, kendisi bir önsöz yazmış kitaba. Ben okurken çok eğlendim. Oldukça da bilgilendirici bir yazı olduğunu düşünüyorum. Kitabı okumak isteyip de, henüz tam bir karara varamamış olanlara bu önsöze bir göz atmalarını öneririm.
Kitaba dönecek olursak; 19.Yy sonunda başlayan modernizm akımındandan önce, 18. Yy’da post-modern bir eser ile ‘Edebiyat Cumhuriyeti’ne göz kırpıyor Laurence Sterne. Dili müthiş derecede mizahi. Pek çok yerde gülerek okudum kitabı. Tristram, dönüp dolaşıp anlatmaya başladığı konuya dönüyor ama orada çok kalamıyoruz, bir anda kendimizi anlatıcının hayatının bambaşka bir noktasında buluyoruz. Kitap daha çok karakterlerden ikisi olan babası ve amcasının konuşmaları üzerinden ilerlese de, Tristram hiçbir zaman onların arasında belirmiyor. Daima anlatıcı olarak kalıyor. Bu noktada okur olaydan kolaylıkla kopabilecekken, anlatıcının okuru ile konuşmasıyla belki de onu kitaba kolaylıkla bağlıyor. Dersin ortasında hayallere dalan öğrenciyi, ona laf atarak derse geri döndüren bir öğretmen gibi bir anlatıcı düşünün. Kitabın bazı sayfalarında çizimler vardı, bu ayrıntıları da çok sevdim.
Kitapta kullanılan bilinç akışı tekniği beni elbette zorladı ama özellikle notların bölüm sonunda yer alması beni zorlayan başka bir konuydu. Zaten hacimli bir kitap, notlar sayfa sonunda olsa daha rahat okurmuşum gibi hissettim çoğu zaman.
Anlatıcı bir çok eser ve yazardan bahsediyor kitapta: Candid, Don Kişot, Hamlet, Homer, Montaigne… Ama en çok da Rabelais’in adını anıyor. Okurunu başka eserlere yönlendiren kitapları çok seviyorum. Bu kitap onların en güzel örneklerinden biri oldu benim için. Uzun lafın kısası, kitaplığımda bir süredir okunmayı bekleyen Gargantua’nın okunma zamanının geldiği belli.
1713 yılında İrlanda’da doğan, aynı zamanda vaiz olan, yazarımız Laurence Sterne; 1759-67 yılları arasında yazmış 9 kitaptan oluşan bu eserini. Kazım Taşkent serisinden çıkan bu kitap bugün okuru ile tek bir kitap halinde buluşuyor.
İrlanda doğumlu olduğunu özellikle belirttim çünkü Joyce ile dolu dolu geçen şu dönemimde, Joyce başta olmak üzere daha pek çok yazarı etkilemiş bir yazar ve eser ile karşı karşıyayız. Tutunamayanlar’ın Olric’i bile bu kitaptaki Yorick karakterinden esinlenilerek yazılmış.
Kitabın konusu: konu dışına çıkma. Yani başta bir konu var gibi başlıyor, anlatıcı karakterimiz Tristram’ın hayatını okuyacak gibi oluyorsunuz ama yok. Mesele oralara pek gelemiyor. Hayata dair pek çok şeyden kısa ve oldukça hızlıca bahseden anlatıcımız kendisine bir türlü gelemiyor. 3. Kitaba kadar doğumu bile gerçekleşemiyor, daha ne söyleyeyim. Bu özelliği ile de kitabı tam da hayatın kendisine benzetmiş Orhan Pamuk. Hayatın, bu kitabın içinde değil de anlatım tekniğinde olduğunu söyler.
Orhan Pamuk demişken, kendisi bir önsöz yazmış kitaba. Ben okurken çok eğlendim. Oldukça da bilgilendirici bir yazı olduğunu düşünüyorum. Kitabı okumak isteyip de, henüz tam bir karara varamamış olanlara bu önsöze bir göz atmalarını öneririm.
Kitaba dönecek olursak; 19.Yy sonunda başlayan modernizm akımındandan önce, 18. Yy’da post-modern bir eser ile ‘Edebiyat Cumhuriyeti’ne göz kırpıyor Laurence Sterne. Dili müthiş derecede mizahi. Pek çok yerde gülerek okudum kitabı. Tristram, dönüp dolaşıp anlatmaya başladığı konuya dönüyor ama orada çok kalamıyoruz, bir anda kendimizi anlatıcının hayatının bambaşka bir noktasında buluyoruz. Kitap daha çok karakterlerden ikisi olan babası ve amcasının konuşmaları üzerinden ilerlese de, Tristram hiçbir zaman onların arasında belirmiyor. Daima anlatıcı olarak kalıyor. Bu noktada okur olaydan kolaylıkla kopabilecekken, anlatıcının okuru ile konuşmasıyla belki de onu kitaba kolaylıkla bağlıyor. Dersin ortasında hayallere dalan öğrenciyi, ona laf atarak derse geri döndüren bir öğretmen gibi bir anlatıcı düşünün. Kitabın bazı sayfalarında çizimler vardı, bu ayrıntıları da çok sevdim.
Kitapta kullanılan bilinç akışı tekniği beni elbette zorladı ama özellikle notların bölüm sonunda yer alması beni zorlayan başka bir konuydu. Zaten hacimli bir kitap, notlar sayfa sonunda olsa daha rahat okurmuşum gibi hissettim çoğu zaman.
Anlatıcı bir çok eser ve yazardan bahsediyor kitapta: Candid, Don Kişot, Hamlet, Homer, Montaigne… Ama en çok da Rabelais’in adını anıyor. Okurunu başka eserlere yönlendiren kitapları çok seviyorum. Bu kitap onların en güzel örneklerinden biri oldu benim için. Uzun lafın kısası, kitaplığımda bir süredir okunmayı bekleyen Gargantua’nın okunma zamanının geldiği belli.